höstsonaten

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Bir film açıldı ekranda ellerimle. Nargile yanında, ama acı olacağı daha en başta belli; film gibi değildi. Hoş bir müzik başladı film. Ingmar Bergman filmi. Höstsonaten. Güz Sonatı. Bir adam sesi karısını, sevdiği karısını anlatıyor. O kadın bilmiyor biraz sonra neler olacağını, hangi ruhların ırzına geçeceğini. Ben de. Yaşlı bir kadın geliyor sonra eve. Yaşlı ama güzel gerçek olduğundan şüphe etmesen Ingrid Bergman diyebilirim. Yakın çekimler. Yüzler ekranda. Oyuncu değiller sanki gerçekten onlar var. Böyle bir şey olsa gerek oyunculuk. Sahte bu kadın, yeni gelen kadın. Her şeyi sahte. Gülüşü, üzülüşü… Bir burjuva hayatı. Piyanistmiş. Başarılı bir piyanist. Kendisi diyor ki sonunda filmin. Kimse Schuman’ı benim gibi benden daha tutkulu çalamaz ya da Brahms’ı. Başarılı bir kadın. Tüm başarılar onun. Annelik hariç. Adamın anlattığı kadının annesi. Dünyanın merkezinde o var. Adamın anlattığı kadına neler yaptığını bilemeyecek kadar merkezde. Ötekisi de neler olduğunu söyleyemeyecek kadar uzakta merkeze. Adamın anlattığı kadın filmin baş karakteri aslında ama o kadar uzak ki baş karakter olmaktan. Annesinin gölgesinde yıllarca. Güzel değil annesi kadar hatta çirkin dana gözlükleri var gözünde. Sevemez, nefret edemez gibi bir hisse kapılıyor insan. Kocasına yemek yapar bu onun mutluluğudur. Herkes gibi. Bir filmde ne işi var. Yoldan çevirilen her hangi bir insan ne yapabilir ki sizin ruhunuza. Ne olabilir ki hikayesi. Annesinin yüzüne bile bakmaya cesaret edemediği kardeşine bakması ne kadar etkileyebilir ki ruhunuzu. Ya da çocukluğu ne kadar ilginç olabilir ki. Herkes beklemez mi annesini,gözler üzerinde olan annesini, turneden dönsün diye. Herkes beklemez mi annesi piyano çalışmaya ara verdiğinde önünde beklediği kapıyı açıp annesine kahve vermeyi, ve annesinin ağzından çıkacak her sözcüğü heyecanla, ya da annesinin onu kahvesini aldıktan sonra odadan kibarca kovmasını. Kendi olması ne kadar önemlidir o insanın? Hatta bir kimliği var mıdır? Kendim diyebileceği. Herkesin çocuğu dört yaşına bir gün kala boğulur ve sıradan ruhunda sözümona onarılmaz yaralar açar. Bu boğulma artık hayatım yoluna girdi dediği anda tekrar her şeyi mahveder. Ne küstahlık. Annesine benzemelidir insan. Hele de annesi başarılı bir konser piyanistiyse. Tüm bu sıradan şeyler söylenmemelidir bile anneye. Söylenince bu film olur sonra. İnsan üzülür.

0 yorum: