hamuşan

27 Haziran 2012 Çarşamba


yirmibeş yaşında öğrendim, birisinin gidesi varsa kim ne yaparsa yapsın illa ki gider. en olmadı ölür, gider. bunu yaz ölüm bir gidiştir. tıraş olurken yirmibeş yaşında öğrendim, sayıyla yirmibeş. kendime bakarken öğrendim. tıraş köpüğünü yüzüme sürerken anladım. oysa bugüne kadar hiç öyle olduğunu düşünmemiştim. kalıcı sanmıştım kendimi, insanlar ikiye ayrılır. gidiciler ve kalıcılar. ben o tıraşıma kadar hep kalıcı sanardım kendimi. tıraş köpüğünün durduğu dolaba baktım; benimdi, ama benim değildi. köpüklü suratıma baktım, neyseki yüz benimdi. belki benim olan tek şeydi. o güne kadar hep kalıcı olduğumu sanardım. değilmişim. jileti yüzümde gezdirdim. işim bitti. siz de köpüğün surattan ayrılışını seyretmeyi seviyor musunuz. köpüğün gidişini mi tenin kalışını mı daha çok seviyorsunuz.

gidenler lütfen cevap verin. bir de buna cevap verin. gittiğiniz yer oraya yakın mı?

söylemler

25 Haziran 2012 Pazartesi
senin bana kattığın şey
benle ben arasında kalsın
aradaki boşlukta sen ol

renksiz sessiz sedasız sevenlerin hikayesi

21 Haziran 2012 Perşembe
adam görmüyordu
kadın konuşamıyordu
duyamıyordu
nasıl olduysa bir araya geldiler
nerde olduysa bir masaldı başladı
adam şarkılar söylüyordu kadına
kadın resimler yapıyordu adama
bir gün durdular öylece
çıplak terlemiş
son kez sevişmişlerdi
adam kadına seni seviyorum dedi
kadın adama seni seviyorum yazdı
ölesiye bencilce sevdiler birbirlerini
öldüler

kan içindeki çarşafta yazıyordu, aşkla
"hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâveh, ve lehum azâbun azîm"

kapitalist şiirt

18 Haziran 2012 Pazartesi


biz her pazar intiharı düşünür
her pazartesi işe giderdik
salı,çarşamba, perşembe
ölmeden geçerdi günlerimiz
her cuma mukaddesti
her cumartesi sevişir
her pazar intiharı düşünürdük

bu bir film yazısıdır

16 Haziran 2012 Cumartesi


azılı suçluların olduğu bir hapisanede, mahkumların sahnelediği jul sezar oyununu anlatan bir filme gittim. ayı falan almış berlinde, istanbul film festivalinde de varmış ama bu sene pek ilgi göstermemiştim festivale, istanbul film festivali istabul'a yerleşilen ilk sene bir heyecana bürüyor sonra gittikçe azalıyor bu heyecan. matematik bazlı iktisat modellerinden nefret etsem de, bu durum marjinallik kavramı ile çok rahat açıklanabiliyor. azılı suçlu kavramı ise çok muallak. kimdir bu azılı suçlular. şimdi bir insan başka bir insanı öldürüyor diye azılı bir suçlu mu oluyor. eğer öyle oluyorsa herkesi öldüreceğini iddia eden tanrılara neden milyarlarca insan inanıyor. bu da kandil mesajı olsun.
yaşam hakkı kutsaldır. bu da demokrasi mesajı olsun. demokrasinin beşiği antik yunan mı yoksa antik roma mı emin değilim ama her halükarda sezar ölmeliydi. (sokrates ise ölmese iyiydi) çünkü ölümler yaşamdan daha etkilidir kitleleri harekete geçirmek için. siz hiç bilmem ne prensesi doğum yaptığı için yapılan savaş hikayeleri duydunuz mu. - hünkarım avusturya macaristan dükünün zevcesi bir oğlan çocuğu doğurmuş. - ne diyorsun lala tez orduları harbe hazırlayın. böyle bir diyalog ancak fantastika imparatorluğunda yaşanır sanki.
söylemeyi unuttum, ben sık sık bi şeyleri söylemeyi unuturum, bu yazı cesare deve morire filmiyle ilgili. tiyatroya bir tutkuyla bağlıyım. nefret dolu bir tutku. bu konuda hiç bir karşı argümanı kabul etmiyorum. film bir tiyatro oyunu sürecini anlatıyor diye bir süre midem bulandı. sonra kendi kendime dedim, geri dön bu bir sinema filmi. bu bilinçle filme tekrar girebildim. yönetmen kardeşler de sağolsun, çekebildiler. yönetmek kardeşler derken sanmayın ki bir dostluk hitabında bulundum. alakası yok filmin yönetmenleri iki kardeş, taviani kardeşler. film her ne kadar tiyatro filmi olsa da oyuncular tam sinema oyunculuğu yapmış. samimiyetten uzak tiyatral oynasalardı itin götüne sokardım şu an onları. filmde bir sahne vardı mahkumlardan birisi provada bir koltuğa oturuyor ve yandaki koltuğu okşuyor. belki buraya bir kadın oturur diyor. o esnada aklıma bülent kayabaşın o muazzam mahkum sahnesi geldi. buyrun bakın siz de. gözünü sevdiğim yeşilçamı.

bir sene olalı beri

10 Haziran 2012 Pazar
gazeteye ilan verdim bugün pablo
gidişinden beri gazeteye verdiğim tek ilan
annen okuduğunda ağladı,
daha doğrusu ben okuduğumda
bilirisin pablo buralarda anneler okumayı bilmezler
ve eğer bir çocuğumuz olsaydı pablo
ben de bilmeyecektim
latin kadınları yoksul ve güzel olur derler pablo
hayatı okumaktan harfleri unuttuklarındandır
petrol çıkardılar topraktan dedi
ama pablomu aldılar benden

ilan verdim bugün gazeteye pablo
konu komşu duysun istedim
herkes duysun istedim pablo
senin öldüğünü herkes duysun

"bayandan az kullanılmış koca
araba ile takas olur"

gariplerin demogoji içermeyen öyküsü

aslı erdoğan'a neden aşık olabileceğimi anlatmalıyım. kendileri benim efesimdir. tarihi bir hayat doldurucum. hayatım onun kitaplarının altında sanki. aylardır elime yapışan bir kitabı vardı. hayatın sessizliğinde. tek kelime anlamadan okuduğum, kendimi içine sokamadığım bi kitabı. aylardır hiç bi yere kendimi sokamadığımdan olsa gerek. bu kitap rusça olsaydı da aynı şey olacaktı. anladığım dilde yazılmış gene aynı. sonra bir garibim bugün. dünden beri aslında bir garibim. bazen olur öyle ya. öyle garip işte. amaçsızlık nedir bilir misiniz bilmem. ben çok yakından tanırım o duyguyu. öylesine boş, bulaşıklıkta yıkanmayı bekleyen bardak misali. içinde bir yudum şarap, artık tabanına yapışmış kurumuş bir kir. oysa şarap güzeldir. ağız kısmında dudak lekeleri. oysa dudaklar güzeldir. ortasında peynir lekesi bırakan parmak izleri. oysa peynir de eller de güzeldir. ama bardak yıkanmalıdır. fakat bardak için bardağın bulaşıklıktaki konumu amaçsızlıktır. bardak değil kadeh demeliymişim.

bir arkadaşımla şüredingerin kedisinden bahsettik. kedi ölü müydü diri miydi kutunun içinde bu bir muamma. oysa kadeh sen mutfakta olsan da olmasan da amaçsızdır. bardağa yüklenecek tek duygu: ümit. o da bıyıklıya göre kötülüklerin en kötüsü. bana göre ise fark etmez. big lebowskideki nihilistler bıyıklıdan daha mı nihilist.

aslı erdoğan'ı beşiktaş'a giderken vapurda açtım okudum. yine rusçaydı. yanımdaki üç kadının konuşmasına daldım bıraktım. toplu taşıma araçlarında müzik dinlenmemesinden yanayım. hayatta bir kere duyulabilecek sesleri duymayı, bir janet - jak esim şarkısına tercih ediyorum. muktedir olsam dünyadaki tüm portatif müzik çalıcıları yasaklayabilirim. doğayla ilişkimizi kestikleri için. sonra vapur kıyıya yanaştı. vapur yolculuğu ne kadar uzun olursa olsun, vapurun kıyıya yanaşmasından daha uzun değildir. aynı şey uçaktada geçerlidir. yol ne kadar uzun olursa olsun kemerlerinizi bağlayın anonsları hep bir zulmün başlangıcını işaret eder. oysa ben yol ne kadar uzun olursa olsun kemerimi çıkarmam. göbeğimin üzerine baskı yapan şeyleri severim. sırt çantası taşımayı da severim aslında. sevdiğim kadınların üstüme yüzüstü yatmalarını istememi de sapkınca karşılamamanız için söyledim bunu. bu dokunuşlar insan olduğumu hatırlatıyor sanırım bana. vapurdan indim. alkımın karşısında ışıklarda beklerken hayatım boyunca hep kalabalık şehirlerde yaşadığımı düşündüm. ben hiç dikkat çekici şeyler giymedim. görsel olarak insanlara farklılık sunmadım. bir dönem saçlarım uzunda belki o zaman bi farklılık olmuştur. milyonlarca uzun saçlı var biliyorum ama saçlarım kıvırcık benim.lepiska değil. bu kalabalık şehirlerde, kalabalık yerlerde öylesine yürürken otururken bira içerken hiç kimsenin dikkatini çekmiş miydim acaba. ne bileyim birisi bankta oturan adam diye beni bana benzemese de karakalem çizmiş miydi. ya da şu an bankta oturan bir adamı seyrediyorum diye başlayan cümleler yazmış mıydı not defterine. ve bu insanın not defteri moleskine miydi. böyle insanlar sadece filmlerde ve kitaplarda yer alıyor olamaz değil mi. olamaz en azından ben arada sırada çizmesem de yazmasam da polo bir tişört giymiş altında kot olan bir genci seyredebilirim. ya da lepiska saçlı askılı bodysi ve kırmızı eteği karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir kadını. yolun karşısına geçtiğimde ışıklarda beklerken ne düşündüğümü unutmuştum bile. sonra yürüdüm yürüdüm. adres sormak dışında kimseyle konuşmadım. yaklaşık 2 saat boyuna tek kurduğum cümle, şair nedim caddesi bu cadde mi abiydi. feda işimi tamamladım. sonra epeyce bir kaç saat sonra şüredingerin kedisi hakkında da konuşacağım arkadaşımla buluşana kadar pek konuşmadım. eve dönerken otobüste gene aslı erdoğana gittim. bu sefer yazdıklarını anlıyordum. ve yine beni kendisine aşık etmişti. ne yazmıştı ki derseniz. inanın hatırlamıyorum. zaten kendisinin hiç bir kitabından tek bir cümle hatırlamıyorum. hatta çoğunu hiç okumamış gibiyim. nasıl oluyor bilmiyorum ama ben o kadının yazdıklarını anladığımda ruhuma işliyor, kulağıma bilgelik fısıldıyor. garip.

soru: aslı erdoğan bu yazıyı okur mu.

aşağıdakiler de bu yoran günden çektiğim resimler.






içinde derin manalar barındıran yazı

8 Haziran 2012 Cuma


dünya joe satriani'ye ismiyle hitap edenlerin yaşadığı bir yer. merhaba joe, naber? (çn. hi joe, what s up?) joe ekmeğine reçel süreyim mi? (çn. joe would u like to get some jam on your bread?) cumaya neden gelmedin joe? (çn. why didn t u come to friday?)
bazılarının ilahı olan joe satriani'ye bunları diyen insanlar var, o yüzden kimse joe satriani'yi büyütmemeli. ebeveynleri ya da bir başkası onu büyütmüş. wikipedia ya da başka bir kaynakta hakkında çocukluğu hakkında bilgi alabilirsiniz diye düşünüyorum. asıl mesele joe bir yetişkin olunca da kendi ayakları üstünde durmayı öğrenmiş. joe'yu hayata karşı güçlü duruşu için takdir ediyorum.

bir zamanlar sadece uçak fobisi yüzünden jefferson airplane dinleyemeyen bir arkadaşım vardı. 70li yılların sonunda ağrı'nın bir dağ köyünde yaşayan bu arkadaşımın jefferson airplane dinleyemediğini nasıl keşfettiğini ve uçak fobisini nasıl geliştirdiğini kendisine hiç bir zaman soramadım. köyünden sadece ikinci cihan harbi esnasında çıktığını da düşününce ufkunun genişliğine verdim. uçak fobisinin 1974 yılında thy'nin paris'te çakıldığı haberini ajanstan dinlemesi nedeniyle olduğunu sanıyorum. ancak jefferson airplane konusunda hala bir fikrim yok. aslında var bu bilgiye vakıf olmadığı için dinleyemiyor olabilir. bunu kendisine sormalıydım. ancak hem yetmişler hem de ağrı çok uzakta kaldı. bu kadar engel varken, bu arkadaşımın ölmüş olması bir detaydan öte değil.

not: bu yazı tüm havacılık tarihinde kaza sonrası hayatını kaybeden tüm kabin ekipleri için yazılmıştır.

söylemler yahut bar konuşmaları

6 Haziran 2012 Çarşamba


"her istediğinde gidebilirsin geri döndüğünde ben burada olacağım ancak her döndüğünde bana biraz daha borçlanmışsındır." (bir kadından terk etmeyi alışkanlık haline getirmiş adama)

"dokuz canlı oldukları için en çok kediler mi ölür?" (yolda arabanın ezdiği kediyi görünce ölümü idrak etmeye çalışan küçük kızdan annesine)

"uyumadım çünkü öyle olmadı."(bir süredir odada televizyon izleyen adamdan dişlerini fırçaladıktan sonra ıslak elleriyle yatağa gelip ona sarılacak karısına)

"günahsızca zina yapan bir dindarım ben." (günah çıkaran bir fahişeden rahibe)

"sen allahı seviyorsun diye allahın da seni sevmesi şart mı?"(sabrı ve aşkı anlatan bir mürşitten müridine)

"peygamberi kadın olan ilk dine inanacağım. ancak öncesinde bana doğum dışında bir mucize göstermeli."(inançlarını yitirmiş kadınları seven genç bir adamdan arkadaşına)

"bir insan ancak öldüğü gün ölümü yener."(hayatı boyunca mücadele etmiş bir babadan oğluna)

"hadi gidelim benim olmadığım bi yere" (bilmem hangi savaşta ölmüş bir adam tarafından sevdiği kadına)

bi leylek kalmıştı...

4 Haziran 2012 Pazartesi
zara'nın bir giyim markasından ziyade bir türkücü olduğu yılları siz de benim kadar özlüyor musunuz.

ama bu yazının konusu o değil, bu yazının konusu bugün vakti zamanında kalkedon diye anılan diyarda yapılan kürtaj karşıtı karşıtı mitingiyle ilgili. aslında bu yazının kürtajla ilgisi de yok. istenmeyen gebeliğe bireysel olarak verebileceğim tepki şu an için prezarvatif kullanmak ve ya dışarıya boşalmaktan ibaret. ilerde vasektomi yaptırınca bu konuda daha şahsi bir tavır takınabilirim. vasektomi de ötenazi gibi haktır ve benim vücudum benim kararım. konunun benim vücudum ve kararımla da ilgisi yok. bugün o mitinge giden daha sonra balık pazarında da sloganlar atarak devam eden bir grup kadının içindeki o kadın ile ilgili. bundan sonrası tamamen o kadına yazılmıştır.


sevgili o kadın,

seni o kalabalığın arasında görmedim, ama elindeki pankartı okudum. yaratıcılığın beni aldı ve kadıköyden bir başka semte götürdü. daha romantik bir semte, muhtemelen mor eteğin daha çok yakışacağı sokaklarına kendini daha ait hissettiğin o semte. hani içinden kocaman bir caddenin geçtiği, cumartesi günleri oturacak yer bulmanın imkansız olduğu, her gün litvanyada yaşayan insan kadar insanın geçtiği o semte. sen taksimin adının nereden geldiğini biliyor musun o kadın? eskiden şehre suların verildiği su depoları taksimdeymiş ve sular taksim edilerek verilirmiş şehre. o sebeple taksim diye anılmış. oysa şimdi ben o semtten evime dönerken taksi kullanmak zorunda olduğum için taksim diyebilirim. bazı semtler hangi yüzyılda olursa olsun isminden kaçamaz o kadın.

bu yazı ilerledikçe o kadın sana daha çok tutkuyla bağlanacağım, çünkü hala gözümün önünde o pankartın. sözündeki inceliğin, kaşlarının inceliğinden daha fazla. kaşların o kadın, dizlerime yattığında gözlerini kapattığında dokunacağım kaşların. ve saçların o kadın; yazındaki tüm o dağınıklık gibi. parmaklarım arasında dolaştıkça saçlarının daha bir açmazda daha bir kayboluşta. sana hasret dolu sözlerim şu anda bitti o kadın. artık seni özleyemeyecek kadar çok sevmeye başladım. sen hiç birisini özleyemecek kadar sevdin mi? öyle bir sevmek ki nefes alamadığından öylece kalmak, hiç kıpırdayamamak. (uyku apnesi: bir kadını çok sevmek)

o kadın pankartındaki o zekici sözlerin senin beyninin ürünü olduğuna inanmak istiyorum. o zekanın o naifliğin o inceliğin o sevimliliğin o salaşlığın hepsinin senin bir ürünün olduğuna inanmak istiyorum. bu günden sonra o bendim diyeceğin o günü gelmesini bekliyorum. çok zaman geçti bir amacım yoktu, hayatıma çok iyi geldin buna ihtiyacım vardı. beni yosun salınımı yapmaktan kurtardığın için çok teşekkürler.

sana yazdığım bu yazı bitmiştir, artık gelebilirsin.

cinsellik içermeyen yazı

1 Haziran 2012 Cuma
şu an yüzüstü uzanmışım ve bu yazıyı yazıyorum. bacaklarımın arasında kıllı bir şey var. uyuyor. bir dokunsam hemen canlanacak ayağa kalkacak. uyandıktan sonra onu durdurmak imkansız. birisinin onu sevmesini, onunla oynamasını isteyecek. öyle de bir şey işte. sevimli aslında. ısırmasa bir de, daha sevimli.